ERİBE HÜRKUŞ, “İLK KADIN HAVA ŞEHİDİMİZ”
(30.10.1918 İstanbul – 30.10.1936 Ankara)
Doğum ve Ölüm Yıl Dönümünde Saygıyla Anıyoruz…
29 Ekim 1936 tarihinde deneme atlayışında paraşütü açılmadı. Ankara Numune Hastanesinde ameliyata alındı. Gösterilen bütün ihtimama rağmen 18. doğum günü olan 30 Ekim 1936 da şehit oldu.
Eribe Hürkuş, Vecihi Bey’in 1898 İstanbul doğumlu kız kardeşi Remziye Hanım’ın kızıdır. Vecihi Hürkuş’un Milli Mücadele için, Anadolu’ya Atatürk’ün yanına geçmesinden sonra, İngilizler Vecihi Bey’in Annesi Zeliha Niyir Hanımı, Kız kardeşi Remziye Hanımı rahat bırakmazlar. Zeliha Niyir Hanım, kızı Remziye, torunu Eribe ve Emel ile Anadolu’ya, Eskişehir’e kaçarlar.
12 Ocak 1921 günü Eskişehir, Yunanlılar tarafından bombalanır. Remziye Hanım 23 yaşında şehit olmuştur. Bir hafta önce Remziye Hanım’ın eşi Binbaşı Bedri Bey’in şehitlik haberi gelmiştir. Aile yastadır. Zeliha Niyir Hanım, Yetim torunları Emel ve Eribe ile Ankara’ya göç eder. “Ricat felaketinin musibetleri içinde henüz bir yaşını doldurmadan” zor şartlarda, 1920 doğumlu Emel hastalanır ve ölür. O da bir savaş kurbanı, bir şehittir.
Eribe, anneannesi Zeliha Niyir Hanım ve Vecihi Bey’in yanında ve himayesindedir. Vecihi Beye, “Baba” demektedir, Vecihi Bey de Eribe’ye “Kızım” demektedir.
Eribe Kadıköy Kız Ortaokulunda öğrenciyken 1932-1933 yıllarında Vecihi Bey’in Kadıköy’deki Sivil Tayyare Mektebinde Öğrencidir. Pilotluk öğrenmekte ve havacı olmak için can atmaktadır. Sivil Tayyare Mektebinin kapanması, Türkkuşu’nun kurulması için Vecihi Bey’in Ankara’ya çağrılması ile aile Ankara’ya taşınır. Eribe de Türkkuşu’nda eğitim almaya başlar.
*
“İLK KADIN HAVA ŞEHİDİMİZ”
Vecihi Hürkuş anlatıyor
“Bu büyük gün, kim bilirdi ki hayatıma korkunç bir ıztırap sahifesi olacakmış…
Sabah erken saatlerde meydanda toplanmış, bütün elemanlar ve ekipler o gün yapacağımız gösteri programının hazırlığına başlamıştık. Yavrum yanıma gelerek benden yeni bir atlayış izni istemişti.
“Ne olur babacığım bir atlayış” diye yalvaran bu ses beni adeta büyülemişti.
Ah! O kaderi mübrem. Beni büyüleyen, yavrum değil. Değişmeyen tabiat kaidesiydi.
Beş dakika sonra yavrumun bindiği tayyare yükseliyordu, Çiftlik üzerinden geniş bir turla hangarlarımız üzerine yaklaşan bu tayyare atlayış yüksekliğini almıştı. Hangarlar üzerinde motör sesi kesildi ve hızında azalma görüldü. Bu hareket bir atlayış hazırlığı idi. Macun çiftliği istikametinde süzülen tayyarenin kanadı üzerinde bir karartı belirdi ve biraz sonra bu karartı tayyareden ayrıldı.
Bir an, bir saniye ve sonra bu saniyeler çoğaldı fakat boşlukta uçan yavrumun hareketinde bir değişiklik görülmüyordu. Evvela düz akışla başlayan hareket kısa bir zaman sonra vrile kapılarak havanın boşluğu içinde yuvarlanmaya başladı.
Bilemiyorum ben ne haldeydim? Yanlızca duyduğum, boğucu bir heyecan içinde, hançerelerinden boğuk boğuk, yavruma duyurmak istedikleri “AAAÇ, AAAÇ” diye bir çığlık halinde haykıran, etrafımda toplanan talebelerimin sesleriydi.
Tayyareden ayrılışından sonra 100, 200, 400 ve 600 metre düşüş halinde yavrum bir taş gibi her an büyüyen bir hızla boşlukta yuvarlanıyor, paraşütünü açmıyordu,
Bu an, bir heyecan içinde çırpınan duygularım ne ile ifade edilebilir? Acz içinde titreyen dudaklarımla Ulu Allah’ıma yalvarıyorum, yalnız ondan istimdat ediyorum, “Yavrumu koru.”
Tam 600 metre düşüşten sonra bir an yavrumun üzerinde beyaz bir kubbe görüldü. Evet, paraşüt açılmıştı Ama ne idi bu menhus tesadüf? …..Açılan paraşütü, uçan bir yıldızın kuyruğu gibi büzüldü ve sonra yavrum dumanlı gözlerimde kayboldu.
…………………..
Koşuyorum. O yere koşuyorum, nasıl bir koşuş bu; heyecanım bende şuur diye bir şey bırakmamış ki, bacaklarıma hâkim olamıyorum ve düşüyorum, yine sıçrıyor, koşuyor ve koşuyorum, yanıma yetişen motörlü araçları istiskal eden bir his var içimde, çocuklar “Hocam gel, gel” diye bağırıyorlar, güvenim yok ben onlardan daha çabuk yetişeceğim yavruma inancı var içimde .
Nihayet yavrumun yanındayım, karşılaştığım hazin sahne ile ruhumu karartan korkunç hadise arasında, manası anlaşılmayan bir tezat var. Totom 800 metreden düşüyor ve şimdi yaşıyor: Makulata sığmayan bu hali ifade edecek tek kelime MUCİZE. Yalnız yaşamak değil, hem de konuşuyor. Ben mi öldüm Ya Rabbi?”
Heyecanla üstüne atılıyorum ve yavruma sarılıyorum. Beni görünce gözlerinde beliren bir sevinç hali var. Gülüyor, gülmeye çalışıyor. Yavrum çektiği büyük acıyı, suni tebessümü ile etrafına hissettirmemeye gayret ederek bir hata sandığı hareketini mazur göstermek için:
“Babacığım, kabzayı çektim, çektim çok uğraştım ama paraşüt açılmadı. Sonra yedek kabzayı çektim. Sonrasını bilmiyorum babacığım.” diye inliyordu. Bu ne hal idi, bu nasıl bir mazeret ifadesi idi. En kuvvetli kahramanların yapabileceği korkunç mücadeleyi henüz 17 yaşındaki kızım mı yapmıştı? Ve benim ne cevap vermem lazımdı? En iyi cevap sükût ve onun ızdıraplarını uyuşturacak imkânları hazırlamak.
Derhal ambulans yetişti, yavrumu sedyeye yerleştirdik. Bu hareketlerimizle onun belden aşağı kısmının tam felç halinde olduğu anlaşılmıştı, fakat o bu ızdırabı hissetmiyor, yalnız teneffüs zorluğundan şikâyet ediyordu. Teneffüs zorluğu, benim 1914 senesinde Bağdat’ta geçirdiğim kaza neticesinde nefes borularım uzamış ve daralmış olduğu için uzun zaman aynı ızdırabı ben de çekmiştim. Duygularımda canlanan bu hadiseyi anarak yavrumun maneviyatını beslemek luzumunu duymuştum. Derhal kendisine hadiseyi anlattım. Zaten evvelce bu hadiseyi dinlediği için umduğum sükûnete kavuşmuş ve:
“İnşallah ben de kurtulurum babacığım”, demişti.
Morfin; kurum sıhhiye memurumuzun ızdırabı tahfif amacıyla yavruma tatbik ettiği bir morfin iğnesi, maalesef yalnız çocuğumun ızdıraplarının değil fakat onun öldürücü derdinin de örtüsü oluyordu.
Yavrumu götürdüğümüz hastahanenin hariciye kliniği o günün uğursuz denilen 13 sayısının doğurduğu felaketlerin mahşeri olmuştu.
Evet, o büyük acılar yaratan gün, 17 çocuk, 13.cü Cumhuriyet Bayramı’na koşuşan halkın ayakları altında ezilerek can vermişler ve daha üstün adette kimse aynı şekilde yaralanarak hastahaneye getirilmişlerdi.
İşte bu muazzam felaketin korkunç acısı, içerde yaralıların feryadları ve dışarda ana ve babaların heyecan ve çığlıkları muhite matem havası oluyordu.
Yavrumun hastahanedeki halinde bir fevkaladelik vardı. Kuvvetli bünyesinin tahammül haddine katılan morfinin tesiri ona bütün doktorları şaşırtacak kadar normalin üstünde bir kudret vermişti. Doktorlar muayenelerinde ızdıraplarını soruyorlar, o sadece ciğerlerinden muzdarip olduğunu normal bir insan gibi konuşarak söylüyordu. Muayenelerden sonra doktorlara yavrumun sıhhatinde tehlike olup olmadığını soruyordum. Doktorlar; “Vecihi Bey, hayatı tehdit eden bir hal olsa böyle normal konuşamaz. Müsterih olun” diyorlardı.
Bu vaziyette yavrumu doktorların nezaret ve ihtimamlarına bırakarak o güne ait büyük vazifemin ifasına gittim. Yanımda benimle birlikte gelen talebelerim de vardı. Onlar o günün programında görevli ve merasimde paraşütle atlayacak çocuklardı. Fakat şahit oldukları korkunç hadise henüz 20 yaşını doldurmamış bu gençlerin duygularında makûs tesirini yapmaktan hali kalmamıştı. Bu mevzuda talebelerimle aramızda şöyle bir muhavere geçmişti.”
“Hocam Eribe şimdi ne olacak?”
“Çocuklar, bu hadise bir kazadır. Bu vakıa ile Eribe sizlere, Türk çocuğuna has olan kahramanlık duygusundan bir misal göstermiş oldu. Şimdi tedavi olacak ve istirahat edecek ve tabii her acı gibi bu da geçecek ve unutulacak. Siz hepiniz onun ağabeylerisiniz”.
Görüyordum ki hadisenin doğurduğu teessür ve tereddüt bütün gençlerin yüzlerinde ve ifadelerinde çok açıktı. Bu reaksiyonu değiştirmek ve tereddütü yok etmek zarureti doğmuştu. Nitekim diğer bir talebe:
“Hocam, artık Eribe atlıyamaz değil mi?” diye sordu.
Bu sualden irkildim ve heyecanın yarattığı korkuyu daha kuvvetle his ettim. Anladım ki bu ruhlarda havacılık branşının beklediği irade ve azim konusunda titreşen izler var. İşte bunu gidermek için büyük acımı talebelerime hissettirmemeye çalışarak:
“Ne dedin? Eribe mi? O yalnız bugün için sizlerle beraber atlamayacak. Yarın hastahaneden çıktıktan sonra tekrar sizlere katılacak ve sizlerle beraber uçacak ve atlayacaktır.”
Bu kısa beyanatım talebelerim üzerinde iyi bir tesir yaptı fakat benim kalbim kanıyordu. Bir tarafta yavrum, öbür yanda o büyük günün kutsal ödevi, için için inleye inleye sevgili talebelerimi istinadsız boşluklara atmak için gidiyordum.
Hep o değişmeyen havacılık ideali için. . . . .
Saat 15.00, henüz uçuşlar bitmiş ve bütün vazifeler yerine getirilmişti. Tayyareden indiğim an bir hademe koşarak yanıma geldi ve “Sizi telefonda arıyorlar” dedi.
“Siz Vecihi Bey misiniz?”
“Evet, ben Vecihi.”
“Kızınız sizi istiyor, hemen hastahaneye geliniz.”
“Kızım nasıl, bir şey mi var?”
“Hayır, kızınız iyidir, sizi görmek istiyor.”
Hemen bir otoya atlayarak hastahaneye koştum. Numune Hastahanesi’nin bir odası, yavrum kapının yanında bir karyolada, yanına yaklaştım ve ellerini ellerimin içine alarak dudaklarımı alnına koydum.
Kahraman yavrum, bir türlü manasını anlayamadığım uluhi bir bakışlarıyla bana:
“İyiyim babacığım, sen üzülme. Yalnız nefes alırken çok eziyet çekiyorum. Kuzum babacığım, anneme söyleme, o buraya gelmesin, çok üzülür. Beni böyle görmesin”. (Anne dediği, bebekliğinden beri anne dediği anneannesiydi.)
Bu sözler yavrumun o saatteki son sözleri imiş. Halinde gördüğüm gayri tabiilik sebebiyle nabzını elime aldım, çırpınan darbeleri fakat buna mukabil o güzel bileklerin avucumun içinde soğumakta olduğunu hissettim. O susmuştu, gözlerine baktım, ilahi bir tebessümle parlayan göz bebekleri yükseliyor ve sönük haleler beliriyordu. Korktum ve korkunç bir sesle “Doktor” diye haykırdım.
Yanımıza koşan doktorlar çocuğuma yaklaştılar ve onu bir saniyede sedye içinde koridor boyunca götürdüler.
Sanki hadiseler bir hayal gibi akıyordu. Ne oldum ve ne oluyor bilmiyorum ve ne kadar zaman sonra o doktorlardan birinin şu sözlerini işittim: “Vecihi Bey, çocuğunuza büyük bir operasyon yapılacak, muvafakatinizi bekliyoruz”.
Bu muhterem doktorun ellerine sarıldım ve yalvaran bir sesle:
“Ne isterseniz yapınız. Muvaffakat ediyorum ve sizlerden yavrumu kurtarmanızı yalvarıyorum” dedim.
Küçücük bir odadayım, geçen zaman mefhumunu takdirden acizim. Kapı açıldı, muhterem Reisim Fuat Bulca karşımda, onun munis tesellilerini işitiyorum. Sonra ameliyatı yapan doktor yanımıza geldi, samimi bir hareketle omuzlarımdan tutarak şu sözleri söyledi:
“Bir babasınız, acınızı takdir ederim, fakat müsterih olunuz. Çocuğunuza ilmin icap ettirdiği bütün tedbirler tam bir ihtimam ile tatbik edilmiştir. Yapılan operasyon fevkalade bir vakıadır. Bir böbreğini aldık, dalak, karaciğer ve bağırsaklar birçok yerlerinden dikildi. Tıbbın yapabileceği her şeyi yaptık. Fakat unutmayalın ki; yalnız yaratanın takdiridir, ümit yalnız Allahtandır”.
Bu sözleri söyleyen çocuğumun operatörü bir Alman Prof. Doktor idi. Sözleri şefik olduğu kadar son cümlesi manidardı. Bu ifadeye göre ümit zayıftı. Hicran içinde inliyordum. Onu görmek, bir kelimelik olsun sesini işitmek için içim yanıyordu. O koca koridorları aydınlatan ampullerin saçtığı ziyalara rağmen bulunduğum yerde bana zından hissini verecek kadar ölgün gibi idi. Ben bu ışık altında yavrumu görememek korkusu içinde idim.
Bu azap ne kadar sürdü bilemem, nihayet beklediğim kapı açıldı, evvela iki hemşireyi ve sonra yavrumun tekerlekli sedyesini görerek titremeye başladım. Bu hazin tablo etrafa keskin bir klorform kokusu yaymıştı. İhtiyarsız yavrumun sedyesi üzerine atıldım. Beni tuttular ve:
“Henüz baygındır, bırakınız yarım saat sonra konuşacak.” dediler.
O an duygularımla ba’sübadelmevt hissi doğdu. Odasına doğru götürülen müteharrik sedye üzerinde onun tatlı hayalini görmeğe başladım. Bu da bir teselli idi. Üç saat evvel hayata gözlerini kapadığına, hiç bir kelime ifadesi mümkün olmayan bir acı içinde şahit olduğum yavrumun, yarım saat sonra konuşacağı sözü inancıma tereddütler katıyordu. Sedyesine atıldığım zaman Eribe’nin sıcak yüzünü görmüştüm. Evet, henüz uyuyordu. Bu görüş de bir hayal gibi bana bir teselli olmuştu.
O yarım saat bütün bir hayat ızdıraplarını hep bir araya topluyor. Her dakika belki yüz defa saatime bakarak onun konuşacağı anı bekliyordum. Ben derin bir tevekkülle o anı beklerken,
“Müjde, Eribe sizi istiyor.” dediler.
Bu söz yeni bir heyecan yaratmıştı, nasıl fırladım ve yavrumun yanına nasıl koştum bilmiyorum, tek bildiğim şey yavrumun şu tatlı sesi olmuştu.
“Babacığım.”
Yavrumun ba’sübadelmevti muhakkaktı. Tam 4 saat sonra yavrumun güzel sesini duyarak Ulu Tanrıya şükrettim. Henüz klorformun tesiri altında sakindi fakat ızdırap içinde kıvrandığı belli idi. Buna rağmen o ızdırabı bana hissettirmemek için;
“Babacığım üzülme, iyiyim” diyordu.
Uzandım yavrumun terli alnına dudaklarımı koydum. Dudaklarımdan kalbime bir ateş aktı, yavrum yanıyor, inleyerek, “Su, Babacığım, su” diyordu.
İşte ızdırabımın en had devresi bu idi, onun her arzusunu yapmak bana bir zevk, bir teselli idi. Ancak bu istediği suyu vermek elimden gelmiyordu. Çünkü doktorlar men etmişlerdi. Tekrar doktora koştum ve yalvardım, “İmkânsız” sözü ile karşılaştım. “İç yaralar açıktır, su ölüme sebep olur” diyordu. Yavrum ise “suuu” diye inliyordu.
Çocuğumun yanına giremez oldum. Onun “Suuuu” diye yalvaran sesi ve hele “Babacığım ne olur bir maşrapa su verin de içimin ateşini söndüreyim” diyen sesi yalnız kulaklarımı, duygularımı değil bütün benliğimi eziyor ve eritiyordu. Bu sahneye şahit olamaz bir hale düşmüştüm.
Operasyondan sonraki zaman, insan tahammülü anlamı ile bağdaşması mümkün olmayan bir zamandı. Yavrumun bu mücadelesi tam 9 saat devam etti, yavrum komalar halinde bile hep uçuyor ve hep atlıyor, sonra da “Babacığım, açtım açtım fakat o açılmadı “diye inliyordu.”