VECİHİ HÜRKUŞ ve EKİM
8 EKİM:
1917 : “VAZİFE HAYATIMIN İLK ACISI”
“Tayyaremizin ön tüfeği sabit olduğu için bu vaziyet içinde tamamen silahsız bir vaziyette kalmıştık. Bu şartlar altında müdafaa veya selamet imkânını ancak akrobasi hareketinde bulacağıma inanıyordum. İşte inatçı düşman şimalimizde keskin bir virajla tayyaresini üzerimize çevirmeye başladı. Ben de dolgun bir süratle hasmı sağ geriye almaya ve onu yan ateşine mecbur kılacak bir vaziyeti hazırlamaya çalışıyordum,
Şüphesiz bu halde düşman, müdafaadan mahrum kaldığımıza inanarak tayyaremize daha yakın sokulacak ve ateşini kesin isabet imkânlarında kullanacaktı. Bu tehlikeli hareketi takdir ettiğim için, hem tayyaremi kullanıyor, hem de bir an bile gözlerimden ayırmadığım düşman hareketinin müessir ateş zamanını bekliyordum.
Nihayet kısa bir zaman sonra bu an doğdu. Öldürücü bir ateş mıntıkasına girmiştik. Geniş bir soğukkanlılıkla beklediğim bu yakınlık içinde çok sert bir hareketle sağa doğru dönüşe geçtikten sonra, kanat üzerinde kayış yaparak tayyarenin altına akıyorduk. Ben bu manevraları yaparken, düşmanın saçtığı mermiler havada ince izler bırakarak sanki düşecek tayyareye ağlar örüyordu.
Bu hücumu da tehlikesiz ve isabetsiz geçirmiştik. Saniyelerle ölçülebilen ve birbirini aralıksız takip eden bu korkunç hareketler arasında arkadaşım hala tüfeğini düzeltememişti. Düşman tayyaresi ise üçüncü hücuma hazırlanıyordu. Müdafaa bakımından çok acıklı bir durumda idik. Hava tabiyesi kaidelerine sığmayan bu harp sağanağı içinde emniyeti sadece akrobaside, düşman ateşini kısaltarak zamanı uzatmakta ve düşmanı mermi israfına mecbur kılmakta görüyordum. Bu suretle hemen aynı uçuş şartları içinde hasmın daha üç hücumunu atlattık.
Başladığımız harbin 20. dakikasındaydık, aralıksız devam eden mücadelenin yukarıda yazdığım sebeplerden, henüz daha tüfeğimiz düzelmemişti. Oynadığım rolde muvaffak olmakla beraber, bilhassa tüfek arızasının asabım üzerinde yaptığı tesirden duygularımı ayıramıyordum. Kısa bir zaman önce kazandığım hava zaferini düşünürken, o günün tesadüfü içinde aksi talihin doğurduğu mahrumiyetten mukabele edemediğime yanıyordum. Bu vaziyette hırçın ve asabi bir hale gelmiştim. Mütemadi kaçmak, kaçarak hücumları savmak tahammülü mümkün olmayan bir hezimetti. İşte bunun için tabiata ve mel’un tesadüfe isyan ediyordum. Büyük bir hırsla düşmanla karşılaşmak, vuramazsam bile çarpmak kararı üzerindeydim. İki tayyare arasındaki nispet farkına rağmen, son bir defa daha düşmana baktıktan sonra, bir sevki tabii gibi arkadaşıma dönerek mukabil hücuma geçeceğimi bildirdim.
Bu kararımı tatbik için hiç olmazsa birkaç metre daha irtifa kazanmak üzere son turumu daha geniş tutmuş, devamlı çekişlerle yükselmeye çalışmıştım. Fakat düşman da aynı zamanda bir o kadar hatta daha çok yükseklik kazanıyordu. Şu farkla ki, aramızdaki 150 metrelik irtifa farkı değişmemiş ve bu hâkimiyet avantajı da düşmana kalmıştı. Onun elinde bulunan imkânlar bizde tamamen aksi olduğu halde kararımı tatbike geçtim.
Gerçi bu vaziyette bulunan bir tayyarenin hususiyle, müdafaa tüfeği işlemeyen bir keşif tayyaresinin mukabil hücuma geçmesi çılgınca bir karar ise de zafer zevkini tatmış coşkun bir genç şuurundan, bilhassa bu aksi şartların yarattığı infial halinde, böyle bir kararı beklemek pek gayri tabii olmasa gerek
İşte kıyametler yaratan bu an 3300 metrede oldu. İki tayyare! O yukarıdan aşağı, biz aşağıdan yukarı, karşılıklı açılan öldürücü iki ateşin izli huzmeleri birbirini kucaklayacakmış gibi… Yalnız bir ümit ve yalnız bir netice…
Hep o an: Başımın üzerinde acısını henüz unutamadığım ağır bir vuruş, hislerim ölgün bir hayalet halinde meçhul karanlıklara gömülüyordu. Takdir! Ölüm vukuu için yalnız mukadder olmak gerek. 25 yıllık maceralarla dolu hayatımda tesadüf ettiğim vak’aların korkunç anlarını bir an düşünürken, bu tehlikelerden henüz yaşayan bir vücudu çıkarmayı ancak mukadderat mefhumu ile ölçebiliyorum.
Evet, benim için sönen bir hayat aralığı sırasında karnımda beliren tokatlamanın uyarması, bir basübadelmevt gibi gözlerimi açtı. Korkunç bir sukut halinde olduğumuzu anlattı. Derhal kendimi toparlayarak tayyareyi elime aldığım zaman pervanenin yüksek devir halinde çalışmasına rağmen motor sesine benzeyen bir gürültü işitmiyordum. O an ki irtifa saatim I800 metreyi gösteriyordu. Demek tam 1500 metre düşmüştük. Fakat bu ne kadar zaman sürmüştü, bilmiyordum. Yaralıydım, neremin yaralandığını da bilmiyordum, Yalnız başımda şiddetli Bir ağrı bana baygınlıklar veriyordu. Kendimi yokladım, ellerimle yüzümü, boynumu ovaladım ellerim kıpkızıl olmuş, her tarafım kana bulanmıştı. Bu hal beni korkutmadı, bilakis irademe kuvvet, azmime iman vermişti hemen yanımdaki küçük amonyak şişesini burnuma çekerek vaziyete daha iyi hâkim olmaya başladım.
Motorumun sükûtu bir işitme arızası değil, esaslı bir bozukluğun alametiydi. Onu tekrar çalıştırmak için yaptığım bütün tedbirler boşa çıkıyordu. Demek o da benim gibi yaralıydı, Hem de can damarından.
Düşman mermileri nokta ateşi halinde motorun emme borusu üzerinde tekâsüf ederek boruyu parçalamış. Bu vaziyette ilk aklıma gelen şey, Erzincan ovasının kimsesiz bir yerine inmek, mümkünse arızayı düzelterek tekrar uçup yurda dönmekti. Bu mümkün olmazsa, son vazifemiz için, düşmana bir iskelet yığınından başka bir şey bırakmamak için zaman kazanmak oldu. Bu kararla tayyareyi ovanın kuzey batısına çevirmiştim. Ovada geniş bir düzlük görmüştüm ve inişe de müsaitti. Ancak ben arazi durumunu araştırırken inmekte bulunduğum istikamete doğru hemen her taraftan binlerce insanın koşmakta olduklarını da görmüştüm. Yapacağım ameliye ne kadar kısa olsa, bu koşuşma karşısında arızayı bulup tamir etmek ve tekrar motoru çalıştırarak uçup gitmekten sarfı nazar, tayyareyi yakmaya bile vakit bulamayacağım aşikârdı. Derhal kararımı değiştirdim yer tayyareyi bize zarar veremeyecek şekilde bir ağaçlığa çarpmayı düşündüm. Esasen yere pek yakındık. Sağa bir dönüşle önüme tesadüf eden bahçenin ağaçları arasına daldım ve iri bir ağaçla birlikte korkunç çatırtılar arasında yere yığıldık.
Tedavi münasebetiyle üç gün Erzincan’da kaldıktan sonra, uzun bir otomobil seyahatiyle Erzurum’a, burada da iki gün tedavi edilerek Tiflis’e gittik.
Esaret altında duyduğum acı ile gözlerim hiçbir şey görmüyordu. Bu güzel yurdumuzu inleyerek geçiyorduk. Ana dilimiz her tarafta kulaklarımızı dolduruyor, ıstıraplarımızı tazeliyordu. Nihayet seyahatlerimiz esirler yuvası Nargin’de bitmişti.”
9 EKİM:
1917 : “8 Ekim 1917 günü Erzincan üzerinde keşif uçuşu yapan pilot Gedikli Erbaş Vecihi Hürkuş ve Rasıt Tğm. Bahattin bir Rus av tayyaresiyle yaptıkları hava muharebesinde tayyare ve motorları mühim isabetler almış olduğundan mecburi iniş yapmışlar ve esir düşmüşlerdir.
Buna ait rapor aşağıdadır.
“Dün Erzincan ve Mamahatun’da keşif icra etmek üzere bölüğümden iki tayyare uçmuştur. Vazifesi Erzincan’daki düşman tayyare hangarlarını bombalamakve ova dahilinde keşif icra etmek olan tayyareci Vecihi ve Rasıt Bahattin efendilerin çift makineli tüfekli Albatros tayyaresi geri dönmemiştir.
Bugün, bir düşman tayyaresi cephemiz gerisine gelerek Kemah kasabasına torba içinde dört mektup atmıştır. Mektuplardan bir tanesinde tayyaremizin Erzincan üzerinde yaklaşık 15 dakikalık bir hava muharebesinden sonra alevler içinde Erzincan’a indiği, Birinci Kafkas Kolordu Komutanlığı tarafından bildirilmiştir.
Bu mektupların Vecihi ve Bahattin efendilerin hattı destleri ile, diğer mektuplarda Rus tayyare yaveri tarafından Türk Tayyare Bölüğü kumandanlığına yazılmış olduğu ve mektup mündericatına nazaran Erzincan üzerinde (15) dakikalık devam eden bir muharebei havaiyeden sonra tayyaremiz alevler içinde Erzincan’a sukut ettiği, mektupları alan Birinci Kafkas Kolordusu tarafından bildirilmiştir.
Düşman tayyaresinin attığı mektuplar bölüğe vürud eder etmez birer suretini ve raporları takdim edeceğim maruzdur.
- Tayyare Bölük K.”
10 EKİM:
1940 : “Nafıa Vekâleti tarafından yukarıda hüviyeti yazılı ve fotoğrafı yapıştırılmış olan Ali Feham oğlu Vecihi Türkkuş’a Weimar İngenieurschule mektebinin 27 Şubat 1939 tarihinde kendisine vermiş olduğu dereceden Tayyare ve Makine mühendisliği diplomasına ve 40/211 sayılı Şurayı Devlet kararına istinaden 3458 numaralı kanun hükümlerine göre, Türkiye dahilinde icrayı san’at eylemek üzere iş bu Tayyare İhtisas: Mühendislik ruhsatnamesi verilmiştir.”
14 EKİM
1917 : VECİHİ’NİN BOYNUNA İP BAĞLAYIP ERZURUM ÇARŞISINDA GEZDİRDİLER…
Türk Havacılık Tarihi 2.Kısım 2.Cilt sayfa: 103;
“… Bu sukut hadisesi hakkında 14 Ekim 1917’de Munzur dağları üzerindeki (2) Nolu karakolumuza iltica eden iki İslam Rus erinin 01.12.1917 tarih ve (8) sayılı “Vekâ-yı ve Terakkiyat-ı Havaiye” risalesindeki ifadelerini aynen yazıyorum: “Osmanlı tayyaresi Erzincan’a iner inmez rakîları derhal tayyareyi yakdılar. Bu esnada mahalli nüzule yetişen Ermeniler mumaileyhime taarruzla esasen bitap bulunan binici (Vecihi’yi) cerhadar etmeleri üzerine, diğeri (Bahattin) rüveryerle derhal mukabele ederek şeref ve hayatlarını muhafaza eyledi. Ruslar mumaileyhimi çarşıda (Erzurum) gezdirmek suretiyle teşhir ettiler.”
1930 : “Tayyareci Vecihi Bey Türk Tayyare Cemiyeti Ankara
Vecihi XIV tipi tayyare her ne kadar tecrübe uçuşlarında ve takiben İstanbul’dan kalkarak Ankara’ya kadar hava yoluyla yaptığı uçuşlarla uçuş kabiliyetinin yerinde olduğu anlaşılmış ise de tayyarenin aerodinamik vasıflarını tesbit edecek elimizde hiçbir vasıta bulunmadığından fennen muayenesine imkân görülmemiş ve bu suretle icap eden seyrüsefer vesikası verilememiştir. 14 Ekim 1930
Milli Müdafaa Vekâleti
Hava Umuru Umum Müfettişi Y.
Miralay Macid
18 EKİM:
1918 : Havacılık Tarihinde Türkler C–1 s: 369;
18 Ekim’deki ikinci taarruz üzerine Yeşilköy’deki 9. Bölükten Küçük Zabit Vecihi, Ruslardan alınan Nieuport avcısı ve Küçük Zabit Halil, Albatros D III’le uçtular. Nieuport düşmanla temas etti, fakat makineli tüfeği tutukluk yaptı. Halil ise düşmana yetişemedi. İkinci taarruzda Vecihi Nieuport ve Halil ile Max Suchin Albatros D III’lerle havalandı, fakat temas sağlayamadılar.
1965 : TÜRKİYE AERO KULÜP kuruldu.
25 EKİM:
1918 : 25 EKİM 1918 İSTANBUL ÜZERİNDE HAVA SAVAŞI/ FAZIL BEY
Havacılık Tarihinde Türkler–1 s: 369; “25 Ekim gününde beş İngiliz tayyaresinin yaklaştığı rapor edildi. Saat 13:15’te 9. Bölükteki beş avcı, Filo kumandanı Yüzbaşı FAZIL, Albatros D III;
VECİHİ Nieuport XIII;
MAX SUCHİN, Halberstad D V;
Mülazım KRETZNER ve
Küçük Zabit DICKMAR, yeni gelen Fokker D VII tayyaresiyle havalandılar.
Fokker’ler çok süratli olduklarından filodan ayrıldılar Boğaz kuzeyinde aramaya başladılar Max Suchin’in tayyaresi arızalanarak indi.
Bir saat yirmi dakika düşman arandı, düşman filosu 14,45 de göründü. Vecihi’nin Nieuport’u benzin bittiğinden Yeşilköy’e indi. Fazıl bu sırada iki makinalı tüfekli beş tayyareli De Havilland–9 filosuna yaklaştı.
Beş tayyare ile savaşa tutuşmaya kararlı idi. Kızkulesi civarında düşman filosuna arkadan saldırdı. Fazıl çarpışmada 3 yara aldı, ikisi ciğerinden birisi parmağındandır.
Bu arada bir İngiliz tayyaresinin rasıdını öldürdü, bir diğerini yaraladı; Filoyu dağıttı.
Düşman bomba atamadan döndü.”
29 EKİM:
1936 : “Bu büyük gün, kim bilirdi ki hayatıma korkunç bir ıztırap sahifesi olacakmış…
Sabah erken saatlerde meydanda toplanmış, bütün elemanlar ve ekipler o gün yapacağımız gösteri programının hazırlığına başlamıştık. Yavrum yanıma gelerek benden yeni bir atlayış izni istemişti.
“Ne olur babacığım bir atlayış” diye yalvaran bu ses beni adeta büyülemişti.
Ah! O kaderi mübrem. Beni büyüleyen, yavrum değil. Değişmeyen tabiat kaidesiydi.
Beş dakika sonra yavrumun bindiği tayyare yükseliyordu, Çiftlik üzerinden geniş bir turla hangarlarımız üzerine yaklaşan bu tayyare atlayış yüksekliğini almıştı. Hangarlar üzerinde motör sesi kesildi ve hızında azalma görüldü. Bu hareket bir atlayış hazırlığı idi. Macun çiftliği istikametinde süzülen tayyarenin kanadı üzerinde bir karartı belirdi ve biraz sonra bu karartı tayyareden ayrıldı.
Bir an, bir saniye ve sonra bu saniyeler çoğaldı fakat boşlukta uçan yavrumun hareketinde bir değişiklik görülmüyordu. Evvela düz akışla başlayan hareket kısa bir zaman sonra vrile kapılarak havanın boşluğu içinde yuvarlanmaya başladı.
Bilemiyorum ben ne haldeydim? Yanlızca duyduğum, boğucu bir heyecan içinde, hançerelerinden boğuk boğuk, yavruma duyurmak istedikleri “AAAÇ, AAAÇ” diye bir çığlık halinde haykıran, etrafımda toplanan talebelerimin sesleriydi.
Tayyareden ayrılışından sonra 100, 200, 400 ve 600 metre düşüş halinde yavrum bir taş gibi her an büyüyen bir hızla boşlukta yuvarlanıyor, paraşütünü açmıyordu,
Bu an, bir heyecan içinde çırpınan duygularım ne ile ifade edilebilir? Acz içinde titreyen dudaklarımla Ulu Allah’ıma yalvarıyorum, yalnız ondan istimdat ediyorum, “Yavrumu koru.”
Tam 600 metre düşüşten sonra bir an yavrumun üzerinde beyaz bir kubbe görüldü. Evet, paraşüt açılmıştı Ama ne idi bu menhus tesadüf? …..Açılan paraşütü, uçan bir yıldızın kuyruğu gibi büzüldü ve sonra yavrum dumanlı gözlerimde kayboldu.
…………………..
Koşuyorum. O yere koşuyorum, nasıl bir koşuş bu; heyecanım bende şuur diye bir şey bırakmamış ki, bacaklarıma hâkim olamıyorum ve düşüyorum, yine sıçrıyor, koşuyor ve koşuyorum, yanıma yetişen motörlü araçları istiskal eden bir his var içimde, çocuklar “Hocam gel, gel” diye bağırıyorlar, güvenim yok ben onlardan daha çabuk yetişeceğim yavruma inancı var içimde.
Nihayet yavrumun yanındayım, karşılaştığım hazin sahne ile ruhumu karartan korkunç hadise arasında, manası anlaşılmayan bir tezat var. Totom 800 metreden düşüyor ve şimdi yaşıyor: Makulata sığmayan bu hali ifade edecek tek kelime MUCİZE. Yalnız yaşamak değil, hem de konuşuyor. Ben mi öldüm Ya Rabbi?”
………..”Heyecanla üstüne atılıyorum ve yavruma sarılıyorum. Beni görünce gözlerinde beliren bir sevinç hali var. Gülüyor, gülmeye çalışıyor. Yavrum çektiği büyük acıyı, suni tebessümü ile etrafına hissettirmemeye gayret ederek bir hata sandığı hareketini mazur göstermek için:
“Babacığım, kabzayı çektim, çektim çok uğraştım ama paraşüt açılmadı. Sonra yedek kabzayı çektim. Sonrasını bilmiyorum babacığım.” diye inliyordu. Bu ne hal idi, bu nasıl bir mazeret ifadesi idi. En kuvvetli kahramanların yapabileceği korkunç mücadeleyi henüz 17 yaşındaki kızım mı yapmıştı? Ve benim ne cevap vermem lazımdı? En iyi cevap sükût ve onun ızdıraplarını uyuşturacak imkânları hazırlamak.
Derhal ambulans yetişti, yavrumu sedyeye yerleştirdik. Bu hareketlerimizle onun belden aşağı kısmının tam felç halinde olduğu anlaşılmıştı, fakat o bu ızdırabı hissetmiyor, yalnız teneffüs zorluğundan şikâyet ediyordu. Teneffüs zorluğu, benim 1914 senesinde Bağdat’ta geçirdiğim kaza neticesinde nefes borularım uzamış ve daralmış olduğu için uzun zaman aynı ızdırabı ben de çekmiştim. Duygularımda canlanan bu hadiseyi anarak yavrumun maneviyatını beslemek luzumunu duymuştum. Derhal kendisine hadiseyi anlattım. Zaten evvelce bu hadiseyi dinlediği için umduğum sükûnete kavuşmuş ve:
“İnşallah ben de kurtulurum babacığım”, demişti.
Morfin; kurum sıhhiye memurumuzun ızdırabı tahfif amacıyla yavruma tatbik ettiği bir morfin iğnesi, maalesef yalnız çocuğumun ızdıraplarının değil fakat onun öldürücü derdinin de örtüsü oluyordu.
Yavrumu götürdüğümüz hastahanenin hariciye kliniği o günün uğursuz denilen 13 sayısının doğurduğu felaketlerin mahşeri olmuştu.
Evet, o büyük acılar yaratan gün, 17 çocuk, 13.cü Cumhuriyet Bayramı’na koşuşan halkın ayakları altında ezilerek can vermişler ve daha üstün adette kimse aynı şekilde yaralanarak hastahaneye getirilmişlerdi.
İşte bu muazzam felaketin korkunç acısı, içerde yaralıların feryadları ve dışarda ana ve babaların heyecan ve çığlıkları muhite matem havası oluyordu.
Yavrumun hastahanedeki halinde bir fevkaladelik vardı. Kuvvetli bünyesinin tahammül haddine katılan morfinin tesiri ona bütün doktorları şaşırtacak kadar normalin üstünde bir kudret vermişti. Doktorlar muayenelerinde ızdıraplarını soruyorlar, o sadece cigerlerinden muzdarip olduğunu normal bir insan gibi konuşarak söylüyordu. Muayenelerden sonra doktorlara yavrumun sıhhatinde tehlike olup olmadığını soruyordum. Doktorlar; “Vecihi Bey, hayatı tehdit eden bir hal olsa böyle normal konuşamaz. Müsterih olun” diyorlardı.
Bu vaziyette yavrumu doktorların nezaret ve ihtimamlarına bırakarak o güne ait büyük vazifemin ifasına gittim. Yanımda benimle birlikte gelen talebelerim de vardı. Onlar o günün programında görevli ve merasimde paraşütle atlayacak çocuklardı. Fakat şahit oldukları korkunç hadise henüz 20 yaşını doldurmamış bu gençlerin duygularında makûs tesirini yapmaktan hali kalmamıştı. Bu mevzuda talebelerimle aramızda şöyle bir muhavere geçmişti.”
………………………
“Hocam Eribe şimdi ne olacak?”
“Çocuklar, bu hadise bir kazadır. Bu vakıa ile Eribe sizlere, Türk çocuğuna has olan kahramanlık duygusundan bir misal göstermiş oldu. Şimdi tedavi olacak ve istirahat edecek ve tabii her acı gibi bu da geçecek ve unutulacak. Siz hepiniz onun ağabeylerisiniz”.
Görüyordum ki hadisenin doğurduğu teessür ve tereddüt bütün gençlerin yüzlerinde ve ifadelerinde çok açıktı. Bu reaksiyonu değiştirmek ve tereddütü yok etmek zarureti doğmuştu. Nitekim diğer bir talebe:
“Hocam, artık Eribe atlıyamaz değil mi?” diye sordu.
Bu sualden irkildim ve heyecanın yarattığı korkuyu daha kuvvetle his ettim. Anladım ki bu ruhlarda havacılık branşının beklediği irade ve azim konusunda titreşen izler var. İşte bunu gidermek için büyük acımı talebelerime hissettirmemeye çalışarak:
“Ne dedin? Eribe mi? O yalnız bugün için sizlerle beraber atlamayacak. Yarın hastahaneden çıktıktan sonra tekrar sizlere katılacak ve sizlerle beraber uçacak ve atlayacaktır.”
Bu kısa beyanatım talebelerim üzerinde iyi bir tesir yaptı fakat benim kalbim kanıyordu. Bir tarafta yavrum, öbür yanda o büyük günün kutsal ödevi, için için inleye inleye sevgili talebelerimi istinadsız boşluklara atmak için gidiyordum.
Hep o değişmeyen havacılık ideali için. . . . .
Saat 15.00, henüz uçuşlar bitmiş ve bütün vazifeler yerine getirilmişti. Tayyareden indiğim an bir hademe koşarak yanıma geldi ve “Sizi telefonda arıyorlar” dedi.
“Siz Vecihi Bey misiniz?”
“Evet, ben Vecihi.”
“Kızınız sizi istiyor, hemen hastahaneye geliniz.”
“Kızım nasıl, bir şey mi var?”
“Hayır, kızınız iyidir, sizi görmek istiyor.”
Hemen bir otoya atlayarak hastahaneye koştum. Numune Hastahanesi’nin bir odası, yavrum kapının yanında bir karyolada, yanına yaklaştım ve ellerini ellerimin içine alarak dudaklarımı alnına koydum.
Kahraman yavrum, bir türlü manasını anlayamadığım uluhi bir bakışlarıyla bana:
“İyiyim babacığım, sen üzülme. Yalnız nefes alırken çok eziyet çekiyorum. Kuzum babacığım, anneme söyleme, o buraya gelmesin, çok üzülür. Beni böyle görmesin”. (Anne dediği, bebekliğinden beri anne dediği anneannesiydi.)
Bu sözler yavrumun o saatteki son sözleri imiş. Halinde gördüğüm gayri tabiilik sebebiyle nabzını elime aldım, çırpınan darbeleri fakat buna mukabil o güzel bileklerin avucumun içinde soğumakta olduğunu hissettim. O susmuştu, gözlerine baktım, ilahi bir tebessümle parlayan göz bebekleri yükseliyor ve sönük haleler beliriyordu. Korktum ve korkunç bir sesle “Doktor” diye haykırdım.
Yanımıza koşan doktorlar çocuğuma yaklaştılar ve onu bir saniyede sedye içinde koridor boyunca götürdüler.
Sanki hadiseler bir hayal gibi akıyordu. Ne oldum ve ne oluyor bilmiyorum ve ne kadar zaman sonra o doktorlardan birinin şu sözlerini işittim: “Vecihi Bey, çocuğunuza büyük bir operasyon yapılacak, muvafakatinizi bekliyoruz”.
Bu muhterem doktorun ellerine sarıldım ve yalvaran bir sesle:
“Ne isterseniz yapınız. Muvaffakat ediyorum ve sizlerden yavrumu kurtarmanızı yalvarıyorum” dedim.
Küçücük bir odadayım, geçen zaman mefhumunu takdirden acizim. Kapı açıldı, muhterem Reisim Fuat Bulca karşımda, onun munis tesellilerini işitiyorum. Sonra ameliyatı yapan doktor yanımıza geldi, samimi bir hareketle omuzlarımdan tutarak şu sözleri söyledi:
“Bir babasınız, acınızı takdir ederim, fakat müsterih olunuz. Çocuğunuza ilmin icap ettirdiği bütün tedbirler tam bir ihtimam ile tatbik edilmiştir. Yapılan operasyon fevkalade bir vakıadır. Bir böbreğini aldık, dalak, karaciğer ve bağırsaklar birçok yerlerinden dikildi. Tıbbın yapabileceği her şeyi yaptık. Fakat unutmayalın ki; yalnız yaratanın takdiridir, ümit yalnız Allahtandır”.
Bu sözleri söyleyen çocuğumun operatörü bir Alman Prof. Doktor idi. Sözleri şefik olduğu kadar son cümlesi manidardı. Bu ifadeye göre ümit zayıftı. Hicran içinde inliyordum. Onu görmek, bir kelimelik olsun sesini işitmek için içim yanıyordu. O koca koridorları aydınlatan ampullerin saçtığı ziyalara rağmen bulunduğum yerde bana zından hissini verecek kadar ölgün gibi idi. Ben bu ışık altında yavrumu görememek korkusu içinde idim.
Bu azap ne kadar sürdü bilemem, nihayet beklediğim kapı açıldı, evvela iki hemşireyi ve sonra yavrumun tekerlekli sedyesini görerek titremeye başladım. Bu hazin tablo etrafa keskin bir klorform kokusu yaymıştı. İhtiyarsız yavrumun sedyesi üzerine atıldım. Beni tuttular ve:
“Henüz baygındır, bırakınız yarım saat sonra konuşacak.” dediler.
O an duygularımla ba’sübadelmevt hissi doğdu. Odasına doğru götürülen müteharrik sedye üzerinde onun tatlı hayalini görmeğe başladım. Bu da bir teselli idi. Üç saat evvel hayata gözlerini kapadığına, hiç bir kelime ifadesi mümkün olmayan bir acı içinde şahit olduğum yavrumun, yarım saat sonra konuşacağı sözü inancıma tereddütler katıyordu. Sedyesine atıldığım zaman Eribe’nin sıcak yüzünü görmüştüm. Evet, henüz uyuyordu. Bu görüş de bir hayal gibi bana bir teselli olmuştu.
O yarım saat bütün bir hayat ızdıraplarını hep bir araya topluyor. Her dakika belki yüz defa saatime bakarak onun konuşacağı anı bekliyordum. Ben derin bir tevekkülle o anı beklerken,
“Müjde, Eribe sizi istiyor.” dediler.
Bu söz yeni bir heyecan yaratmıştı, nasıl fırladım ve yavrumun yanına nasıl koştum bilmiyorum, tek bildiğim şey yavrumun şu tatlı sesi olmuştu.
“Babacığım.”
Yavrumun ba’sübadelmevti muhakkaktı. Tam 4 saat sonra yavrumun güzel sesini duyarak Ulu Tanrıya şükrettim. Henüz klorformun tesiri altında sakindi fakat ızdırap içinde kıvrandığı belli idi. Buna rağmen o ızdırabı bana hissettirmemek için;
“Babacığım üzülme, iyiyim” diyordu.
Uzandım yavrumun terli alnına dudaklarımı koydum. Dudaklarımdan kalbime bir ateş aktı, yavrum yanıyor, inleyerek, “Su, Babacığım, su” diyordu.
İşte ızdırabımın en had devresi bu idi, onun her arzusunu yapmak bana bir zevk, bir teselli idi. Ancak bu istediği suyu vermek elimden gelmiyordu. Çünkü doktorlar menetmişlerdi. Tekrar doktora koştum ve yalvardım, “İmkânsız” sözü ile karşılaştım. “İç yaralar açıktır, su ölüme sebep olur” diyordu. Yavrum ise “suuu” diye inliyordu.
Çocuğumun yanına giremez oldum. Onun “Suuuu” diye yalvaran sesi ve hele “Babacığım ne olur bir maşrapa su verin de içimin ateşini söndüreyim” diyen sesi yalnız kulaklarımı, duygularımı değil bütün benliğimi eziyor ve eritiyordu. Bu sahneye şahit olamaz bir hale düşmüştüm.
Operasyondan sonraki zaman, insan tahammülü anlamı ile bağdaşması mümkün olmayan bir zamandı. Yavrumun bu mücadelesi tam 9 saat devam etti, yavrum komalar halinde bile hep uçuyor ve hep atlıyor, sonra da “Babacığım, açtım açtım fakat o açılmadı “diye inliyordu.”
30 EKİM:
1936 : “EĞİLDİM, HÂLÂ ILIK OLAN ALNINDAN ÖPERKEN SANKİ…”
“Sabah saat 6.10 Bu andaki değişmeyen kaide tecellisini göstermişti. Gözleri son bir defa “Anne” feryadı ile etrafında aranmış ve kapanmıştı. Doktorlar ve hemşireler etrafında ve yanı başında ve bütün bakışlar onun kapalı gözlerinde, sessiz ayakta idik.
Bir feryat, bir hıçkırık tufanı, yaşlar artık beni dinlemedi. Bütün sevgimi, şefkatimi, ümidimi ve her şeyimi bağladığım evladıma feryat idi bu.
Bekleyenler, kıpırdamağa cesaret edemeyenler, acı hakikatin korkusu ile dalgın bekleyenler koşuştular. Yeniden oraya döndüğümde, odasında kimse kalmamıştı. Bembeyaz sanki kardan bir örtü ta başa kadar çekilmişti. Ellerim titreyerek örtüyü tuttum ve sıyırdım. Gözlerim yaştan bulutlanmıştı. Sanki bir tül, ince şeffaf bir şey arkasında görünen güzel yüz, gülümseyen dudaklar, rahat uyuyan yavrum…
Eğildim, hala ılık olan alnından öperken sanki beni dinliyor, bana gülüyordu. Veda ettim ve kan vermek emeliyle soyunarak fırlattığım ceketimi aldım yürüdüm…”
TVHMD